
Riza Çolpan
Sevgili okuyucu canlar, bundan bir önceki yazımda “Gelecek yazım aynı başlık altında olacak” demiştim, fakat daha sonra bu yazımda anlatacağım akıl-dışı uyduruk masalların tarih yazımıyla hiçbir ilgisinin olmadığı kanısına varınca yukarıdaki başlığı daha uygun buldum. Dilerim ilk söylediğim yanlıştan dolayı beni bağışlarsınız. Ne yapayım yaşlılık bazen doğruları da yanlış gösterebiliyor. Çok şükür henüz o denli, o düzeye gelmiş, bunalan biri değilim, ama yine de zaman zaman bazı şeyleri unuttuğumun farkına varabiliyor ve hemen hatırlamaya çalışıyorum.
Sevgili okuyucu kardeşlerim merhum annemin, babamın ve göbeğimi kesen dünyanın en iyi fedakâr annelerinden biri olan, merhum Ana Senem’in bizzat bana: “Sen Dersim katliamının başladığı yılında küçük bir oğlan, sırtında el dokuma bezinden uzun bir fistanımsı elbisen, sol omuzunun üstünde, annenin iğne ile diktiği bir yeşil küçücük mendil, boynunda Qori ziyaretinin delik taşlarından biri ve birde Şowaglı Keki Dede’nin sana yazdığı muska ile etrafımızda tur dönüyor, nereden duyduğun ve öğrendiğin bilmediğimiz, kılam şeklinde “Derdo, derdo” dediğinde, merhum Seid Bektaş’ın hanımı ve senin ikinci annen gibi olan, Ana Xanım (Çarekan aşiret reisi, 360 köyün sahibi, eski Osmanlı döneminde Pülümür kaymakamı, Şah Hüseyin Bey’in kız kardeşi) bize: “Rıza oğlumun bu “Derdo, derdo” demesinde bir hikmet var, korkarım yakında bizim var olan dertlerimiz daha da çoğalacak, Dersim’de bir katliam olacak” dedi ve hakikaten de 1937 Mart ayında zalim Türkün bize karşı zulmü başladı ve sende o günden sonra Derdo, derdo demeyi unuttun” diyordu. Onun o deyişine göre ben her halde üç yaşında filan olmam lazım. Yanı 1934 yılının bir sonbahar gününde bu fani dünyaya gelmişim, buna göre de şu anda 91 yaşın içindeyim ve ölüm de yakın. Dilerim, bir, iki yıl daha yaşarım. Böylesine bir dilekle yazının esasına geleyim.
Sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, doğduğum Kûpık adlı köy Baba Mansur Seid aşiretinin merkezi bir köyü. Yaşlıların anlatımıyla bu köy üç keramet sahibi kardeşlerin köyü. Üç kardeş şunlar: “Seydaliyê Seynuri, Seydewasê Kose, Seymıstefayê Axcê”. (Bu sonun aşk destanını ben kitaplaştırdım İBV) Bu köyün büyük çoğunluğu bu üç keramet sahiplerinin torunlarının köyü, az sayıda da Dewrêşgewr adlı alt düzeyde bir Seid aşiretinin bireyleri oturuyor ve bu aşiretin tüm bireyleri Seymıstafayê Axcê’nin torunlarının talipleri. Bunların çok az sayıda müritleri var, bunlar genellikle rençberlik yapan, hayvan besleyen aileler ve çok fakir azınlık bir toplum.
Canlar, insanlık tarihi milyon, milyarlarca yıllık bir tarih. Yaratılan her canlı varlık, bir diğer canlıyı yiyerek yaşar. Sürüngenler, denizlerdeki balıklar birbirlerini yiyerek yaşarlar; kuşlar “mêş, vızık” dediğimiz küçük kanatlı canlılar hakeza, ki bunları birbirine yediren gücün kim olduğu belirsiz, ama “Tanrı” diyen insanlar çoğunlukta. Söz biz insanlara gelince farklı bir canlı varlıklar olduğumuz, düşünen, konuşan, yaratıcı güce sahip, iki ayak üstünde yürüyen akıllı bir yaratık olduğumuz halde, durmadan birbirimizi öldürüyor, sanki ölmüyoruz gibi bir yaklaşım egemen. Peki bizi birbirimize düşman eden düşüren güç kim ve kimler? Hiç kuşkusuz bu sonunun cevabı şeytanı zekâya, fiziki güce sahip kişiler. Yani bunların emir ve direktifleriyle insanlar birbirlerini boğazlıyorlar. Peki mazlum halkları birbirlerini boğazlattıranlar kim? Kuşkusuz yine şeytanı zekâya ve fiziki güce sahip olan, asker, polis, ordu, hapishane ve zindanları olan kan emici egemen sınıf. Yani tarih boyunca biz ezilen sınıf, şeytanı düşünceye sahip o sınıfın kurbanı oluyoruz. Kısacası bugün bu gerçeği hepimiz gözlerimizle görüyor ve takip ediyoruz. Alın size bugünkü Yakın Doğu ve Orta Doğu devletleri, Arap buharı. Ayrıca örneğin bugünkü büyük süper güçlere bakın. Mesela Amerika Birleşik Devletleri’nin CIA’sı, Pentagon Kurmaylarının dünya için yaptıkları planları ve seçtikleri Başkan’ın ne dediği, birer tanrı ayeti gibi gören milyonlar, milyarlar. Rusya’daki Putin, Çin’de, Küba’da, Kuzey Kore’deki sözüm-ona komünist liderler ve Avrupa’daki devler. Yani bugün dünyamızda yaşayan altı milyar kişi bana göre şeytanı kişiler tarafında yönetiliyor; iki milyara yakın İslâm dünyasında da sözün ona Kral, Şah, Şeyh, Seid, Hoca, Meleler tarafında yönetilir. Özellikle İslâm dünyasında Şah, Kral, Şeyh ve Seidler ne diyorsa, milyonlar inanır ve “En doğru budur” derler. Ben daha 12-13 yaşımda iken bizim köylü iki ünlü Seid’e karberlik yapar, onlarla köy köy, mezra mezra, gom gom gezer, onların kendi taliplerine ve onları görmeye gelen cemaate ne dediklerini bende dinler, o uyduruk hikâyelere inanırdım. Bu iki Seid, yakın akraba kişiler ve köyün en ünlü Seidleri. Birinin adı Keko Yılmaz, diğerinin de Veli Yılmaz. Babam bu iki yakın akrabaya ve onların diğer akrabaları olan Kamer ve Müslüm’e yarıcılık yapıyordu. Keko Yılmaz köyümüzde, Dersim katliamı sonrası ilk asker olan kişi. O ikinci dünya savaşı döneminde asker olan ve bir tek kelime Türkçe bilmemesine rağmen onu jandarmalar alıp götürdüler, üstelik bir ay önce yeni evlenmiş koca bir delikanlı. Onu askeri eğitim sonrası Samsun’a gönderiyorlar ve Türkçeyi de orada yavaş yavaş öğreniyor, sonra sıhhiye eri oluyor. O dört yıl askerlik yaptı, terhisten sonra tek işi gücü tabipleri gezmek. Güzel de saz çalar, okuma, yazma da biraz öğrendiği için, o dönem devletin bedava Dersim Seid Kürdlerine dağıttığı “Bektaşiliğin İçyüzü” adlı kitapta çeşitli Alevi ve Bektaşı şairlerinin dörtlüklerini ezberler, besteleyerek gelen cemaate söylerdi. Sesi o denli hoş değildi ama dinleyenler hayranlıkla dinlerlerdi. Çok güzel de Cem yürütür toplumu coşa getirmekte uzmandı. Onun hem misafir olduğu talibinin bütün fertlerine ve hem de onu ziyarete gelen topluma Kürdçe, ben Türkçesini yazacağım. İlk söylediği şey şu idi:
“Efendiler, sayın cemaat bir Seid î Saadet, Evladı Resul, ne kadar günahkâr olursa olsun, Ruj î Mahşer de yetmiş bin kişiye şefaat vermek zorundadır” der, dinleyenlerde “Allah-Allah bu Seid ne kadar bilgi sahibi. Yedi kat yer altında, yedi kat gök yüzünde ne varsa hepsini biliyor” diyor, ellerine ve ayaklarına sarılıyorlardı. Bazıları da ayaklarını yıkar suyunu içerlerdi. İnanın buna kaç kez şahit oldum ve o günkü aklımla, o davranışı gayet normal ve yapılması gereken bir vazife olarak görüyordum. Düşünebiliyor musunuz “Ne kadar günahkâr olursa olsun, yetmiş bin kişiye şefaat”. Yani adam öldürme, zina, tecavüz, hırsızlık, dolandırıcılık, yalan söylemek, fakirin hakkını yemek vs… Tabii konuşması sırasında bazen de “Bilmirem” Türkçe sözcüğü de sık sık kullanırdı.
Evet, aklımda kalan ikinci şey, daha doğrusu uyduruk hikâyesi şu:
“Efendiler yer su iken, gök pus iken, gök yüzünün yedinci katında bir yeşil Kubbe (Kozık) vardı. Cebraîl î Aley Selam kırk bin yıl dolaşırken, bir gün gelip o Kubbeyi gördü. Kubbe kapısı açık, içerden biri “Kimdir o bizim kapının önünde duran” deyince, Cebraîl î Aley Selam “Ben Xalık, sen ise Mexlûq” deyince, Cebraîl’in kanatları tutuştu, neye vardığını şaşırdı, zor söndürdü ve oradan uzaklaştı, kırk bin yıl sonra gitti çıktı Tanrı’nın huzuruna, hoş-beşten sonra Ulu Tanrı “Êhhh, ya Cebrail bu kadar yıl dolaştın, anlat bakayım ne gördün” deyince, Cebraîl î Aley Selam gördüğünü başından geçeni anlatırken, Yüce Tanrı: “Ya Cebraîl eger gidip tekrar o yeşil Kubbe’yi görürsen, içerden biri sana seslenip “Sen kimsin” derse, ona de ki “Ben Mexlûk, sen Xalık” lütfen. Efendim Cebraîl kırk bin yıl daha dolaştı gitti o yeşil Kubbe’ye rastlayınca yine içerden biri “O kimdir bizim Kubbe’nin kapısı önünde” deyince Cebrail: “Sen Xalık’sın, ben Mexlûk” deyince yeşil Kubbe içindeki Hz. Ali, Kur’an’daki KÜN süresini okuyunca bugünkü dünya ve tüm gökyüzü bugünkü hale geldi” diyordu, dinleyenlerde “Bu Seid ne kadar bilgili ve derin” diyor, el ve ayaklarına sarılıyorlardı.
Evet, Seid Keko Yılmaz’ın sayısızca buna benzer uyduruk hikâyeleri vardı, adam o kadar uyduruk masalları kimden ve nereden duymuş öğrenmişti bilmiyorduk, halen de bilmiyoruz. Toprağı bol olsun üç yıl önce öldüğünü duydum, yaşı yüzü aşmıştı. Akrabası Seid Veli Yılmaz ise, o ne askere gitmiş ve ne de herhangi bir okula. O emsalsiz bir ozan, bülbül sesli bir bestekâr, saz ve keman çalan bir zat, ayrıca yüzlerce acı olaylara, ölen önemli kişilere ağıt yakan bir bilge dengbêj, ama ne yazık ki onun o dünya değerli hazinesi onunla birlikte toprağa gömüldü, kimse o hazineyi toplayıp yeni nesillere taşıma görevini yerine getirmedi. Hele hayırsız oğlu avukat Kâzım’ın aklına hiç gelmedi. Bu hain yıllar sonra İstanbul’da bana “Ben Kürd değil Arap, Ehlibeyt ailesindeyim” demesi beni çılgına çevirmiş, az daha vuracaktım, ama yapmadım, sadece yüzüne tükürmekle yetindim. Merhum Seid Veli’ye de defalarca kamberlik ettim. O da çok uyduruk hikâyeler anlatır, hep, Ali ve Muhammedî över, göklere çıkarır, Ali’yi kesinlikle Tanrı olarak görür, kılıcı Zülfikar’ı da “Her savaşta yetmiş arşın uzar, yüzlerce kafiri kesermiş” diyordu. O bir hikâyesinde “Efendim Hazreti Muhammed bir gün sahabeleri ve bir de çobanıyla otururken birdenbire bir kurdun gelip çadır eşiğinde durmasında, Muhammed: “Hoş geldin ya kurdum, bir arzun mu var” deyince kurt dile gelerek “Ya Muhammed, Allah’ın emriyle senin kızın Fadima’yı kendime eş olarak istemeye geldim” deyince Muhammed: “Ya kurdum, kızım Fadima’yı üç gün önce amcam oğlu Ali’ye verdim, başka da kızım yok” deyince bütün sahabelerine baktı, ki hepsinin kızları vardı, ama hiç birisi kızını insan gibi konuşan kurda vermedi, ama çobanı kızını kurda verdi”. Hikâyesi uzun olduğu için bir bütününü anlatmak istemem. Bir diğer Ali ile ilgili hikâyesi: “Efendim bir gün Ali ile Muhammed evden çıkıp, gidip bir hurma ağacının gölgesinde otururlarken, Ali cebinde dört köşeli bir zar şeklindeki taşı Muhammed’e vererek “Amca oğlu al bu dört köşeli zar taşına benzer taşa bak” deyince, Muhammed aldı bir yüzüne bakınca kendini başka bir diyarda, başka bir Alemde gördü, diğer bir yönünü çevirdiğinde yine kendini cennet misali bir diğer diyarda görünce, taşı tekrar çevirince, kendini büyük bir Kent’te, sokaklar insanlarla tıklım tıklım, hepsini ağlar, sızlar görünce hemen ağlayan bir kadına: “Hanımefendi nedir bu haliniz, hepiniz neden ağlıyorsunuz” deyince kadın “Hiç sorma Efendi Bey, sevgili Hazreti Ali’miz vefat etmiş, hepimiz onun için ağlıyoruz” deyince Hz. Muhammed taşı yere fırlattığında bakıyor ki Ali yanında. Bunu gören Muhammed Ali’ye dönerek “Ya Ali, senin sırına ve arının sırına aklım ermedi” dedi ve sonra birlikte eve döndüler.
Evet, sevgili okuyucular, toplumumuzun büyük çoğunluğu bu tür uyduruk hikâyelere inanmakta. Tabii benim anlattığım Seidlerin bu uyduruk masallara milyonlarca bomık Aleviler inanıyordu o dönem, şimdi bilmem. Ya Şeyhlerin, Hacı, Hoca Mollaların uyduruk hikâyeleri? Onu da Sünni beylere sormak lazım.
Bimînin di xweşiyê da.