
Rıza Çolpan
Sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, ben Kuzey Kürdistan’ın bir bölgesi olan Dersimli bir Kürdüm ve bugün 92 yaşın içindeyim. 1934’ün Sonbaharında doğmuşum. Doğduğum köy Baba Mansur aşiretinin bir köyü. Yani Seyid, genelde Pirlik rolünü icra eden kişilerin mekânı. Bu köyün etrafında yine aynı aşiret bireylerinin oturduğu Lodek, Qurqurık ve Şowag köyü var. Bu aşiretin, yani Mansur’un, sözde duvar yürüttüğü köy ise Moxidî’dir (Şimdi nahiye ve adı da DARIKENT olmuş). Bu duvar yürütme ocağı bugünde orada, aşiret Reisi merhum Hüseyin Doğan’ın torunları ve yeğenleri oturmaktalar. Başlangıçta, Mansur sonrası aşiret reisi orayı terk ederek Lodek köyüne gider, Lodek’e yerleşir, ama Ocak Moxidî’de kalır. Ayrıca bu aşiretin bazı aileleri diğer etraf köylere de yayılmış orada yaşarlar. Örneğin Kardere, Teman, Golan, Seymamudan ve Fereç. Bu köyler, Golan ve Seymamudan hariç, diğerleri Mazgirt kazasına bağlı köyler. Ayrıca Mazgirt kaza coğrafyasında yaşayan yine Seyid, kendilerine “Seyid, Ocakzade” diyen Seysawun, Cemal Abdal, Dewrêşgewr, bir kısım da Kurêşan aşiret köyleri var. Bunların bir bütünü, benim ülkemde yaşadığım 1951 yılına kadar, kendilerine “Seyid î Saadet, Evladı Resul, Ehli Beyt Ailesinden” geldiklerini söylerlerdi, ama nedense bunlardan hiçbirinin bu Ehli Beyt ailesinin ve “Tanrı kitabı” dedikleri Kur’an dili Arapçayı bilmiyor, hep Kürdçe konuşurlardı. Hem de gramatik bir Kürdçe ile. Ama nedense bir Allah’ın kulu çıkıpta bu insanlara “Yahu madem siz Seyid î Saadet, Evladı Resûl, Ehli Beyt ailesinden geliyorsanız, neden bu ailenin dili, dedeniz Muhammed, Tanrı bildiğiniz Ali’nin Arapça dilini bilmiyorsunuz?” diye soran olmuyordu. Çünkü hakikat kuyruklu bir yalan olmuş, milyonlar inanmış, katil, insan kasabı, ben gibi bir insan, bu bomık topluma Tanrı, tüm evreni ve cihanı da yaratan usta olmuştu.
Evet, ben 1946 ile 1951 yılarında köyümüzün, hatta o bölgenin en ünlü Seyidleri, ki bunlardan ikisi köylüm, bizim ağalarımızdı, arazilerini biz ekip biçiyorduk, onlarla gezdim, onlara Kamberlik ettim, cemlerde bulundum, ki bunların hiçbiri Türkçe bilmiyor, cemler Kürdçe dili ile oluyordu. Yani bütün duaları Kürdçe idi. Seyid talibi evinde yemek yerken duası Kürdçe, hakulla alırken, yani Çıralıx kendisine verilirken, yine duaları Kürdçe idi. İşin ilginç yanı bunlar kendi Mürşit, Pir ve Rehber’in ayaklarını yıkayıp suyunu içtikleri halde, ki bunlar kendilerine “Biz Muhammed ve Ali soyundayız” demelerine karşın yine Arapça bilen bir kişileri bile yoktu, ama bunlar inadına kendilerine Seyid î Saadet, Evladı Resûl, Horasan’dan geldik” diyorlardı. Çoğu kez de bunlar taliplerine nasihat verirken şöyle diyorlardı:
“Bir Seyid î Saadet, Evlad î Resûl, ne kadar günahkâr olursa olsun, Rûc î Mahşer’de 70 bin kişiye şefaat vermek zorundadır” diyorlardı. Tabi bunu yine güzel Kürdçe dili ile söylüyorlardı. Bunlar Kürdçenin iki lehçesini, yani Kurmanc ve Dımılkinin dil uzmanları idiler, ama bugün durum nasıl yeterince bilgim yok. Ayrıca bunlar: “Bizim Ehli Beyt Ailesinden geldiğimize dair Halife, Padişah senedimiz var” diyorlardı, ki bu senet meselesi için iki köy arasında hep kavga vardı. Bu köy bizim Kupık köyü ile Şowag köyü arasında oluyordu. Sebepte şuymuş, anlatayım.
Bizim köyde bu Baba Mansur aşiretinde Seyid Nuri diye bir adamın üç oğlu varmış ve üçüne de “Keramet sahibi” deniliyordu. Büyüğün adı Seyid Ali, ortancasının, Seyid Abbas, küçüğün adı Seyid Mustafa, (Seyid Mustafa’nın keramet ve aşk hikâyesini ben kitaba dönüştürdüm. Adı “Destana Evîna Seyîd Mistefê û Axcîhanê, İBV.
Evet, bir gün Osmanlı Padişahi (16’inci yüzyılının içinde biri, ama hangisi belirsiz) bu keramet sahibi kardeşlerin en büyüğü olan Seyid Ali’yi İstanbul’a çağırır. Nedeni de Dersim’deki Alevi, 12 Ocak sahipleri ve bunlara bağlı bütün Dersim Kürd Aleviler, Osmanlı’yı tanımaz, vergi vermez, ordusuna asker göndermez. Çağrı üzerine Seyid Ali gider, çıkar Padişah’ın huzuruna ve “Efendim biz Seyid î Saadet, Evlad î Resûl’ûz, fakiriz vergi veremeyiz. İnancımızda Tanrı kulunu öldürmek en büyük suç ve günah. İnancımızda savaş sözcüğü yok, size asker veremeyiz” dedikten sonra Padişah:
“Pek Seyid Efendi, bana bir kerametini göster, ki ben de isteğimden vaz geçeyim” dediğinde Seyid Ali: (Halk arasında buna Seydaliyê Seynûrî derler)
“Keramet konusunu siz önerin Efendim” dediğinde Padişah:
“Bir bardak yılan zehrini için, ölmediğinizde bütün isteklerinizi kabul eder, sizden vergi ve asker istemem” der ve Seyid Ali kabul eder, Padişah Sadrazama:
“Hemen bir bardak yılan zehrini getir ver” der, beş dakika sonra Sadrazam bardak dolu zehiri Seiyd Ali’ye verir, Seyid Ali içer, beş dakika sonra tüm zehiri sağ elinin tırnakları dibinde süzdürerek bardağı yeniden doldurur ve sapasağlam Padişah karşısında durur. (Bu zehir içme meselesi temamen uydurulmuş kuyruklu bir yalan, ama inanan bomıklar çoktu o yıllarda, şimdi bilmem) Bunu gören Padişah hemen Sadrazama bir senet yazdırır ve Seyid Ali’ye:
“Bu senedi al götür Osmanlı’nın 24 Eyalet Valisine imzalat, ondan sonra sizden ne vergi isterim ve ne de asker” der, Seyid Ali senedi alır götürür 23 Eyalet Valisine imzalatır, bir Erzurum Eyalet Valisi kalır, ama o oraya gitmeden hastalanır ölür, kimse de o senedi Erzurum Eyalet Valisine götürmez. Zaman 19’uncu yılın son çeyreğine geldiğinde bu adamın torunu Seyid Haydar, (1938’de Sındam vadisinde süngü ile şehit edilir, kurşun harcanmasın diye) oğlu Seyid Şükrü’yü Şowag köyünde Düzgün Cevahir’in (Şehit Hüseyin Cevahir’in babası) halasıyla evlendirir. Seyid Haydar’a gelin gelen kadın, bir gün o senedi alır (Tabi ne kadar doğruysa, bana göre yalan) babasına götürür. Benim çocukluk dönemimde bu iki köy arasında bu senesin kavgası vardı. Gelin yemini-billah edip inkâr ediyordu, merhum Düzgün Cevahir hakeza. Yani bugün kendilerine “Seyid î Saadet, Evlad î Resûl” diyen Dersim Kürd Alevilerin 12 Ocak sahipleri böylesine senetlerden bahsederek, kendilerini götürüp Arap Muhammed ailesine dayatıyorlar ki, kesinlikle bu kuyruklu bir yalan. Bunların hepsinin yedi bin sülalesi halis-muhlis Kürd, ama bunlardan bazıları bugün kendilerine Türk, Türkmen, bir kaçı da Arap der. Bunlardan en haini Axûçan, ya da Axûcan aşiret reisi Malatyalı Hüseyin Doğan’ın oğlu İzzeddin Doğan, ikincisi ise Kemal Kılıçdaroğlu ve diğer birkaçı.
Evet, sevgili okuyucular; bunları neden size yazıyorum. Çok uzak bir diyarda yaşamama rağmen, zaman, zaman yeni teknoloji sayesinde ülkemde neler oluyor, kimler hangi naneyi yiyor, bunu Sosyal Medya da öğreniyoruz. Bundan birkaç gün önce sosyal Medya ya bir haber düştü. Haber şuydu: Erdal Erzincanlı adlı birinin Kürd Aleviliği ile ilgili saçmalığı. Peki ne demişti o Kürd devşirmesi, halkına yabancı? “Tüm Kürd, Türk Alevilerin ibadet dili Türkçedir” demiş bu soysuz soytarı. İlginçtir bu son yıllarda, yani 1970 sonrası her Tamburu eline alan genç birer sanatçı, bilge, siyasetçi olmaya başladılar. Bunların en ünlüsü de Kürd Lolan aşiretin bir bireyi Arif Sağ. Bu sol eliyle Tambur çalan sözüm-ona bir sanatkâr. Bu, bir ara Selanikli Mistê Kor’un partisi CHP’den de Milletvekili oldu, üç kez de konser vermek üzere Avustralya’ya geldi. Son gelişi oğlu Tolga ile gelmişti. Yani devşirme bir Kürd, gerçek halkına yabancılaşan bir kişilik. İlginçtir bu son yıllarda her Tambur çalan kişi hemen ya sanatkâr diye tanınır ya da yazar. Piyasada bir sürü genç, ki bunların yüzde yüzü hiçbir araştırma yapmadan, yabancı bir dili bilmeden, dünya teolojisi hakkında hiçbir araştırmaları olmadan, kalkıp Türkiye, Kürdistan, Pers ve Arap Alevilerle ilgili kitap yazarlar. Geçenlerde Youtube’de Sivaslı Bülent Korkmaz adlı bir genci dinlerken şaşırdım. Adam belki 25 yaşında bir genç, kalkmış boyundan büyük işe başlamış, Alevilikle ilgili kitap yazmış, Sosyal Medya da reklamı yapılıyor, bir TV kanalı da onunla bu konuyla ilgili röportaj yapıyordu. Dinlerken onun adına hem üzüldüm ve hem de şaşırdım. Üzüldüm, boylu, poslu, yakışıklı, ama saçmalıyordu. Şaşırdım, yazdığı kitabın içeriğini anlatırken, bana göre içeriği saçma sapan ve zırvalama idi, ama zırvalamayı seven bir topluluğun var oluşu da bir hakikat. Bu anlayış Türkiye toplumunda egemen. Siyasette de bu böyledir. Kim en çok yalan söyler, uyduruk hikâyeler anlatır, o Bilge, Profesör, Siyasetçi, Belediye Başkanı, Milletvekili ve hatta Reisicumhur bile oluyor. Bu hem Türkiye’de böyledir hem de bütün İslâm ülkelerinde böyledir.
Evet, gelelim Erdal Erzincalı’nın zırvalamasına. Bu adam 1971 de Erzurum’da doğmuş, gençliğinde Arif Sağ’dan ders almış, müzikle ilgilenmiş, olmuş bir Tambur sanatkârı. Bu adam kanımca hayatı boyunca dört bilimsel kitap, ya da beş-on roman bile okumamış, ülkesinden başka diyarlara, ülkelere gitmemiş. Gitmişse Avrupa’ya konser vermeye, para kazanmaya gitmiş, din, tarih araştırması için gitmemiş. Zahmet edip Dersim’e giderek, yaşlı bir Kürd adamına “Sizin dedeleriniz bundan 150-200 yıl önce ibadetlerini hangi dille yapıyorlardı” diye sormamış. Oysa ben 150-200 yıldan bahsetmiyorum; 80 yıl öncesinden bahsediyorum. Somut şahit benim. Ben azda olsa dinler tarihiyle ilgilenen bir Kürdüm. Ayrıca Gordon Kerr’in saptamasına göre bugün dünyamızda 4-200 din ve inanç sistemi var. Ben Zend Avesta hariç, Tevrat’ı, İncil’i (Zebur yok) Kur’an’ı defalarca okuyan bir Kürdüm. Bilebildiğim kadarıyla dünyada insanlık tarihinin en eski dini Hinduizm’dir. Hinduizm’in Peygamberi yok. Brahman olarak bilinen yüce bir yaratıcı yüce inanılıyor. Brahman sözcüğü bana Kürdçedeki kardeş adı olan Birayı çağrıştırıyor………..(Kardeş kaldılar anlamında).
Evet, konu tek Tanrılı dinlere gelince Zerdüşt tek Tanrılı dinlere yol açan bir Kürd ve Pers Peygamberi. Birinci Zerdüşt yaklaşık olarak MÖ 3000 yılında, ikincisi MÖ. 2040 yılında ve üçüncüsü de MÖ. 66o yılında yaşamış. Zerdüşt’ün asıl ismi Hoşeng’dir. Ha, bir de Êzîdî diye bir Kürd dini var ve bunun Pir ve Şeyhleri “Êzîdîzm, Zerdüşt öncesi bir dindir” diyorlar, ama bu konuyla ilgili elimizde hiçbir bilimsel belge yok. Çünkü düşman bizim bütün değerlerimizi, bizi tanıtan tarih kitaplarımızı, kutsal dini kitaplarımızı hepsini yakıp yok etmişler. Bunun ilk barbarı Makedon Kralı Büyük İskender, ikincisi barbar İslam Halifesi Ömer, (MS 584-644) yani Muhammed’in barbarlardan oluşturduğu barbar orduların hem kumandanı ve hem de Halifesi. Üçüncüsü son olarak bêbav Selanikli Mustafa Kemal (1881-1938) ve onun egemen enikleri ve faşist ordusu. Bu ordu 1937-38 öncesi Dersim’e ayak basmamıştı. Ama 1937-38 de orada taşı taşın üstünde bırakmadı; her şeyimizi yaktı, yıktı. 70.000 Dersim insanını canavarcasına katletti, çoluk, çocuk, kadın, kız, genç, ihtiyar demeden bu barbarlığı yaptı. Ardından Dersim’in her köyüne zorla faşizmin yuvası olan okulları açtı, Kürdçe konuşmayı yasakladı, eşeğiyle bile Kürdçe konuşan her Kürdü cezalandırdı, dövdü, hapse attı ve yıl 1948’e gelince onun faşist, barbar Türk devleti sözüm-ona Ordinaryüs Profesörü Fuat Köprülü ve onun benzerlerinin eliyle uyduruk kitap yazdılar. Tıpkı Güneş Dil Teorisi gibi, bu kez de Bektaşiliği, yani Yeniçerilerin dini lideri, kesinlikle Alevi olmayan, (Bence) Arap Hacı Bektaş’ın adını piyasaya sürdüler ve “Bektaşiliğin İçyüzü” adlı kitabı yayınladılar, bu kitabı bütün Kürd Alevi dedelerine, Ağa ve Beylerine beleş dağıttılar. Evet, ben o yılda ilkokul ikinci sınıfta okuyan, Türkçe okuma yazmayı öğrenen bir talebe idim. Hiç unutmam, zalim devlet o kitaptan birini, evi, evimize bitişik olan meşhur isimsiz ozan, bülbül sesli Seyid Veli Yılmaz’a vermiş, Seyid Veli ise okuma yazması olmayan, Türkçe bilmeyen bir kişi, ama onun ölen ağabey çocuğu Ali Rıza ilkokul son sınıfta idi. Bu nedenle Seyid Veli kitabı bizim okumamızı isteyince önce Ali Rıza birkaç Alevi ozanların, örneğin Kazak Abdal, Nesimi, Şah Hatayı, Yunus emre, Pir Sultan’ın birer şirini okuyunca Seyid Veli sazını aldı eline, Ali Rıza, Şah Hatayi’nin bir şiirini okuyunca o hemen karşıda tüm şiiri ezberleyerek yeni bir makamla besteleyerek söylemeye başladı. Yani bu denli de zeki, inanılmaz bir zekâ sahibi. O günden sonra artık Kürd Alevi cemlerde bu şiirler bestelenerek, cemleri yürüten Duwanzdeler olmaya başlandı. Ardından yemek ve çıralıx, yani hakkula duaları da Türkçeleşmeye başlandı. Oysa o yıldan önce Kürd Aleviler arasında Türkçe dua ve Cem Yürütme şiirler, duwanzdeler yoktu. Ayrıca katliam sonrası askerlikte Türkçe öğrenen her Seyid, eski her değerine “Kaka” diyerek Türkçe dualarını öğrendi, Seyidlik, yani dedelik yapıyorsa, bütün duaları Türkçe söylemeye başladı; yıl 1960’a gelince bu kez de solculuk bu zehiri dağıtmaya başladı. Seyid oğlu babasını suçladı, ona “Sömürücü, Koprador” demeye başladı ve Türkçeyi kendine ana dili ve Tanrı yaptı, Kürdçe konuşmayı ayıp saydı. Ayrıca bunlardan birçoğu birden Sosyalist, Komünist, Leninist, Stalinist, Maoist ve Enver Hocaist olup birbirine düşman oldular ve birbirlerinden yüzlerce kişi öldürdüler. Kanımca Erdal Erzincanlı da bu neslin bir çocuğu. Yani geçmişini bilmeyen, tarih bilinci olmayan bir kişilik ve Türkleşen bir devşirme.
Bir diğer cehalet, sözde okumuş Türk ve Kürd bomıklar için. Ki bu da hiçbirinin, Şah Hatayi, Nesimi, Kazak Abdal, Yunus Emre ve Pir Sultan Abdal’ın yaşadıkları çağda bugünkü yapay, tarihi 100-120 yıl olan Türk dili var mıydı? diye soranın olmaması. Hem de İstanbul Türkçesi. O dönemlerde bu uyduruk, karmaşa dil yoktu. Selçukların resmi dili bile Farsça idi. Osmanlı’nın ise bugünkü Türkçesi değildi. Peki Şah Hatayi, Yunus Emre, Nesimi, Pir Sultan Abdal bugünkü Türkçeyi nerede ve kimlerden öğrenmişlerdi? Bunun cevabını veren biri olursa sevinirim.
Sevgili Canlar, ben bir Kürd Alevinin çocuğuyum ve Alevi Kürd kardeşlerimi çok iyi tanıyan biriyim. Bana göre bütün Kürd Aleviler kimin dost, kimin düşman olduklarının bilincinden yoksunlar. Bu sersemler insan kasabı, kılıcıyla binlerce Kürd atalarımızın kafasını kesen, dillerini makasla koparan bir barbarı bile kendilerine Allah yapmışlar. Ki bu adam sırf Sıfın savaşının bir gününde Allah’ın yarattığı kullarından 523 insanın kellesini kılıcı Zülfikar ile uçuruyor. Bu adam kesinlikle Alevi değil, Alevi düşmanı idi. Kayınpederi ve amcası oğlu Muhammed hakeza, ki bu adam bu katilin hocası. Diğer üç Halife aynı barbar ve Alevi, Hıristiyan, Musevi dinlerin birer düşmanları. 12 İmamlar meselesine gelince, bunların hiçbiri Alevi değil, hepsi Alevi, Êzidi ve Zerdüşt düşmanları. İlginçtir bizim Kürd Aleviler Kerbela, Hüseyin ve onunla birlikte öldürülen 71 kişi için senede 12 gün oruç tutup ağlayarak yas tutarlar, ama kendi ülkeleri Dersim’de 70.000 kardeşleri barbar Türk ordusu tarafında şehit edilen çoluk çocuk, genç, ihtiyarlar için senede bir gün, hatta bir dakika o şehitlerini anmaz, saygı duruşunda bulunmazlar. “12 İmam” ama İmamlığın neden 12’den kaldığını de bilmezler. Oysa Muhammed aile ve aşiretinden binlerce adam vardı, bugünde Suudi ailesi, Ürdün Kral ailesi o soydan. Kısacası bu bomıklar 12 rakamın neden kutsal olduğunun bilincinde değiller. Tahhhh Sümerler döneminde 12 makam var. Kürd atalarımız tarıma başladıklarında, Neolitik çağda ürettikleri tarımın 12 cinsinin her birinden bir avuç almış, onu çorba yapmış, birlikte yemişler. İşte Aşurenin kutsallığı budur. Bizim Zaza lehçemizde buna “Aşbure” yani yemek ye anlamında. Bazıları buna “Uyduruk” diyebilir, ama gerçek. Bir diğer 12 makam. Zerdüşt’ün 12 bin hayvan derisi üstüne yazdığı ZEND AVESTA. İsa’nın 12 Havarisi. Mazdek’in 12 bin müridinin Pers Şahı Nuş î Rewan tarafında diri, diri toprağa gömülmesi. Bu hikâye uzun, fazla uzatmak istemem.
Son verirken, Kürd Aleviler Erdal’ın bu deyişine kızmasınlar. Çünkü o yalnız gördüğünü söylemiş; geçmişi yaşamış, Kürd ve gerçek Türk tarihini okuyan biri değil. Kafası, beyni, Türk tarih yalanlarıyla doldurulmuş bir Kürd devşirmesi. Buna “Yeni bir Rayber, Zeynel, Pirço, Kamuran İnan, Hikmet Çetin, Hakan Fidan, Kemal Kılıçdaroğlu” diyebiliriz. Ha birde Kalın var. Eğer inanmıyorlarsa lütfen gitsinler bir test yapsınlar. Yani genetik test. Bunu özellikle her kendine “Türk’üm” diyenlere de söylüyorum.
Evet sevgili okuyucu Kürd kardeşlerim, biliyorum, çok uzattım. Ne yapayım kısa yazmayı bir türlü beceremedim ve becermiyorum da. Kanımca bu Alevilik adı İttihat î Terakki döneminde başladı. Ondan evvel yanılmıyorsan bu toplum Kızılbaş, Rafızi olarak tanınıyordu. Bana göre bu inancın ilk atası Mitra, ardında Zerdüşt ve Êzîdî, yani Ezdaizmin bir devamı. Bu dinin Tanrısı Güneştir. Bir başka deyişle bilge Aleviler için gök baba, dünyamız de annedir. Gök baba olmazsa, yağmuru dünyaya göndermezse, yer anadan bir şey beklenmez. Yani doğurganlığını kaybeder. Bizim her sabah güneşe karşı dualarımız boşuna değil. O Tanrımız. O olmazsa hayat olmaz. Ateş ise onun bir parçası; bizi ısıtır, yemeğimizi pişirir. Bunun için biz onu da kutsal bir varlık biliriz. Doğanın birçok şeyleri biz Kürdler için kutsal. Örneğin, su, ağaç, dağ bizler için kutsal varlıklar. Su yaşamın en kutsal maddesi. Ağaç bize odun olur, ateş olur, soğuk dönemlerde bizi ısıtır. Dağ mağaralarıyla tarih boyunca bizi korumuştur. Bu nedenle belirli dağlar bizim için ziyaret ve kutsal mekânlardır.
Örneğin, Düzgün, Sülbüs, Ağrı, Cudi, Zagros gibi dağlar biz Kürdler için birer ziyaret. Ziyaretimizin en kutsalı da insan. Çünkü Tanrı’yı yaratan, her güzel şeye “Güzel, çirkin” diyen, yaşamı bugüne taşıyan biz insanlarız ve birbirimize talip ve piriz. İnancımızın temeli bu.
Bütün insanların bunu öğrenmeleri dileğiyle. Selamlar, saygılar.